Serdar ARSEVEN
Köşe Yazarı
Serdar ARSEVEN
 

Dur kardeşim!

Düzen, “al gülüm, ver gülüm” düzenidir. Neye tâlipsen, onun bedelini ödersin. Neyin peşinde koşarsan, onun rengine boyanırsın. Menfaat dünyasında, “Almadan vermek Allah’a mahsustur!” cümlesi pek sevilir. Çinli “filozof komutan”ın, “Dostlarını yakın tut, düşmanlarını daha yakın!” tavsiyesi de pek sevilir, “menfaat dünyası”nda. Etrafta “olmadık tiplerin dolaşmasından”, olmadık tiplere büyük mevkiler verilmesinden şikâyetçi olanlara hemen bu söylenir. “Zararlarından emin olmak için düşmanlarını yakınında tutacaksın. Onlara menfaat dağıtacaksın!” Ünlü Politikacı Süleyman Demirel’in, “Efendim, size sövüp duran filanca adamı niçin partinize aldınız?” sorusuna, “Karşı tarafta iken bize sövüyordu, şimdi bizim kapıya bağladık, karşı tarafa sövüyor!” karşılığını verdiği söylenir. Bir kapıya bağlanmak, bir yere zincirlenmek ve oradan birilerine “bağırıp durmak” insana yakışır mı? Müesses düzen, "erdem"ideğil, “faydayı” esas alır. Bir malın son tüketiminden elde edilen faydayı, marjinal faydayı. Bu düzende, üç her zaman ikiden fazladır. Üçün nereden geldiğine pek bakılmaz, kaynağı pek önemsenmez. Mesele getiri meselesidir, alınan risk ile elde edilebilecek faydanın mukayesesi meselesidir. Bu menfaat sahnesinin oyuncuları, “Gelene ağam, gidene paşam” derler. Dünyevi menfaatlerini kollarlar. İstedikleri yerlere geldiklerinde, arzu ettikleri servet, şöhret, vesaireyeulaştıklarında, düzenden faydalananlar arasında yer aldıklarında, düzeni sonuna kadar savunurlar.   Kendilerini sırtlanıp yükseltenler, günün birinde “Biraz da başkaları yükselsin!” dediklerinde, hemen diş gösterirler. Haklarının yendiğini, bu düzende liyakate yer olmadığını, hiç de hak etmeyenlerin nerelere nerelere geldiklerini söyleyip dururlar. Günün birinde, kendilerini “kenara alanlar” tarafından yeniden oyuna dâhil edildiklerinde, sınır tanımaz övgülerine geri dönerler. Güç sahipleri güçten düştüğünde, yeni sahiplerini bulmakta güçlük çekmez, karakterleri böyle yapmaya müsait olanlar. “Özeleştiri” kılıfıyla birkaç “arınma” seansı ve yeni sahiplere aşırı bağlılık gösterileri… Rabbim (C.C.)“Gerçekten insan çok zâlim ve çok nankördür” buyuruyor.   Hadis-i Şerif’te ise, insanoğlunun doyumsuzluğuna “Bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister!” cümlesiyle işaret ediliyor. Bu cümlenin devamında da, “Onun gözünü topraktan başkası doyurmaz!” deniliyor. İnsanlar, beklentileri kadar bağımlı oluyorlar. Kendilerini frenleyemezlerse, doyumsuzluk seline kapılıp gidiyorlar. Çok para huzur getirseydi, dünyanın en huzurlu insanları çok paralı insanlar olurdu. İnsanoğlu, iç barışını sağlayamamışsa, huzursuzluktan beslenen bir muzır varlık haline geliyor.   Anonim özdeyişte, “Ne kendi eyledi rahat, ne âlem buldu huzur, Yıkılıp gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur!”diye tarif ediliyor bu hallere düşenler. İnsanoğlu “huzursuz kalp sendromu”ndan muzdarip varlık. Hâfız Şirâzi, “Birkaç damla kan, binbir endişe!” diyerek anlatıyor insanı. Kafalarımızda hep soru işaretleri, belirsizlikler, endişeler…   Hemen hepsi, maddiyâtla ilgili, hemen hepsi dünya hayatına dair. Üçün her zaman ikiden çok olduğunu zanneden “bereketsiz kalpler” sıkılıyor ve sıkıyor. “Ben bugün siftah ettim, komşumun ise siftahı yok, lütfen oradan alışveriş yapınız!” diyen AHİ’lerimiz yok mu şimdi? Onlar birer“masal kahramanı”mı, artık? Sürekli olarak “fırsatçı esnaf” haberlerine denk geliyoruz. Marketler, bakkallar, müteahhitler, emlâkçılar, kasaplar, lokantacılar, yufkacılar, kadayıfçılar, ev sahipleri, kiracılar…   Hepsi mi fırsatçı? Ya bunların büyük bir bölümüne iftira atıyoruz ya da “ahlâk erozyonu” o kadar büyük bir sıkıntı haline gelmiş ki, hep birlikte batıyoruz! Sabahları karşımıza çıkartılan “kadın” programlarında en rezil aile içi ilişkiler, en vahşi cinayetler, “babalarını arayan çocuklar” var... Sürekli olarak DNA test sonuçları açıklanıyor… Bu kadar berbat bir toplum mu olduk… Yoksa, en uç örnekler özellikle aranıyor, taranıyor, seçiliyor ve karşımıza mı getiriliyor?   Birileri zeminimizi mi kaydırıyor? * Memlekette büyük bir “ahlâk krizi” var mı yok mu? Bu soruya kahir ekseriyet, “Hem de nasıl!” cevabını veriyor. Veriyor da… Durumdan şikâyet etmek dışındabir şeyler yapmak da gerekmez mi?   Fert fert atılabilecek o kadar güzel adımlar var ki oysa. Hac ibadetinin ruhunu yansıtan bölümü, Vakfe.. Vakfe “Durmak” demek. Arafat Vakfesi, yani Arafat Duruşu, haccın en önemli rüknü. Süresi içinde orada bulunup, “Dur”mayanlar, o sene Hacca yetişememiş sayılıyorlar. O zaman diliminde, orada, “dur”acaksın!   Hz. Peygamber (S.A.V), “Hac Arafat’tır!” buyuruyor. “Dur”mak. İbadetin özü, ruhu… Olmazsa olmazı. Biz, hiç “dur”muyoruz. “Dur”up düşünmüyoruz.   Arzularımız, beklentilerimiz, rekabet hırsımız, kıskançlıklarımız da“dur”muyor. Bu “hengame” içinde koşturup dururken, kendimizden kopuyor, menfaat çarklarından birine kapılıp gidiyoruz. Bir dostum, “Evlât, sırtı yerde pehlivan yenilmezmiş!” dediğinde, maksadını pek anlayamamıştım. Gecenin bir vakti… Bir köşeye çekilip, şöyle bir “dur”duğumda… Maksada eriştim!   O gün bugündür, kalbimin ve aklımın birlikte“evet” dediğine “evet” demeyi, “hayır” dediğine ise “hayır” demeyi öğrendim. Kalp rahatsa, akıl da onaylıyorsa, yanılma payı çok az oluyor Allah’ın izniyle. Ben, “Evet desem mi acaba?” dedirten imtihanlarla karşılaştım. Şükürler olsun, “hayır” diyebilmeyi Rabbim nasip etti. “Dur”mayınca, göremiyorsun kardeşim.
Ekleme Tarihi: 21 Ocak 2025 - Salı
Serdar ARSEVEN

Dur kardeşim!

Düzen, “al gülüm, ver gülüm” düzenidir.

Neye tâlipsen, onun bedelini ödersin.

Neyin peşinde koşarsan, onun rengine boyanırsın.

Menfaat dünyasında, “Almadan vermek Allah’a mahsustur!” cümlesi pek sevilir.

Çinli “filozof komutan”ın, “Dostlarını yakın tut, düşmanlarını daha yakın!”

tavsiyesi de pek sevilir, “menfaat dünyası”nda.

Etrafta “olmadık tiplerin dolaşmasından”, olmadık tiplere büyük mevkiler verilmesinden şikâyetçi olanlara hemen bu söylenir.

“Zararlarından emin olmak için düşmanlarını yakınında tutacaksın. Onlara menfaat dağıtacaksın!”

Ünlü Politikacı Süleyman Demirel’in, “Efendim, size sövüp duran filanca adamı niçin partinize aldınız?” sorusuna,

“Karşı tarafta iken bize sövüyordu, şimdi bizim kapıya bağladık, karşı tarafa sövüyor!” karşılığını verdiği söylenir.

Bir kapıya bağlanmak, bir yere zincirlenmek ve oradan birilerine “bağırıp durmak” insana yakışır mı?

Müesses düzen, "erdem"ideğil, “faydayı” esas alır.

Bir malın son tüketiminden elde edilen faydayı, marjinal faydayı.

Bu düzende, üç her zaman ikiden fazladır.

Üçün nereden geldiğine pek bakılmaz, kaynağı pek önemsenmez.

Mesele getiri meselesidir, alınan risk ile elde edilebilecek faydanın mukayesesi meselesidir.

Bu menfaat sahnesinin oyuncuları, “Gelene ağam, gidene paşam” derler.

Dünyevi menfaatlerini kollarlar.

İstedikleri yerlere geldiklerinde, arzu ettikleri servet, şöhret, vesaireyeulaştıklarında, düzenden faydalananlar arasında yer aldıklarında, düzeni sonuna kadar savunurlar.

 

Kendilerini sırtlanıp yükseltenler, günün birinde “Biraz da başkaları yükselsin!” dediklerinde, hemen diş gösterirler.

Haklarının yendiğini, bu düzende liyakate yer olmadığını, hiç de hak etmeyenlerin nerelere nerelere geldiklerini söyleyip dururlar.

Günün birinde, kendilerini “kenara alanlar” tarafından yeniden oyuna dâhil edildiklerinde, sınır tanımaz övgülerine geri dönerler.

Güç sahipleri güçten düştüğünde, yeni sahiplerini bulmakta güçlük çekmez, karakterleri böyle yapmaya müsait olanlar.

“Özeleştiri” kılıfıyla birkaç “arınma” seansı ve yeni sahiplere aşırı bağlılık gösterileri…

Rabbim (C.C.)“Gerçekten insan çok zâlim ve çok nankördür” buyuruyor.

 

Hadis-i Şerif’te ise, insanoğlunun doyumsuzluğuna “Bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister!” cümlesiyle işaret ediliyor.

Bu cümlenin devamında da, “Onun gözünü topraktan başkası doyurmaz!” deniliyor.

İnsanlar, beklentileri kadar bağımlı oluyorlar.

Kendilerini frenleyemezlerse, doyumsuzluk seline kapılıp gidiyorlar.

Çok para huzur getirseydi, dünyanın en huzurlu insanları çok paralı insanlar olurdu.

İnsanoğlu, iç barışını sağlayamamışsa, huzursuzluktan beslenen bir muzır varlık haline geliyor.

 

Anonim özdeyişte,

“Ne kendi eyledi rahat, ne âlem buldu huzur,

Yıkılıp gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur!”diye tarif ediliyor bu hallere düşenler.

İnsanoğlu “huzursuz kalp sendromu”ndan muzdarip varlık.

Hâfız Şirâzi, “Birkaç damla kan, binbir endişe!” diyerek anlatıyor insanı.

Kafalarımızda hep soru işaretleri, belirsizlikler, endişeler…

 

Hemen hepsi, maddiyâtla ilgili, hemen hepsi dünya hayatına dair.

Üçün her zaman ikiden çok olduğunu zanneden “bereketsiz kalpler” sıkılıyor ve sıkıyor.

“Ben bugün siftah ettim, komşumun ise siftahı yok, lütfen oradan alışveriş yapınız!” diyen AHİ’lerimiz yok mu şimdi?

Onlar birer“masal kahramanı”mı, artık?

Sürekli olarak “fırsatçı esnaf” haberlerine denk geliyoruz.

Marketler, bakkallar, müteahhitler, emlâkçılar, kasaplar, lokantacılar, yufkacılar, kadayıfçılar, ev sahipleri, kiracılar…

 

Hepsi mi fırsatçı?

Ya bunların büyük bir bölümüne iftira atıyoruz ya da “ahlâk erozyonu” o kadar büyük bir sıkıntı haline gelmiş ki, hep birlikte batıyoruz!

Sabahları karşımıza çıkartılan “kadın” programlarında en rezil aile içi ilişkiler, en vahşi cinayetler, “babalarını arayan çocuklar” var...

Sürekli olarak DNA test sonuçları açıklanıyor…

Bu kadar berbat bir toplum mu olduk…

Yoksa, en uç örnekler özellikle aranıyor, taranıyor, seçiliyor ve karşımıza mı getiriliyor?

 

Birileri zeminimizi mi kaydırıyor?

*

Memlekette büyük bir “ahlâk krizi” var mı yok mu?

Bu soruya kahir ekseriyet, “Hem de nasıl!” cevabını veriyor.

Veriyor da…

Durumdan şikâyet etmek dışındabir şeyler yapmak da gerekmez mi?

 

Fert fert atılabilecek o kadar güzel adımlar var ki oysa.

Hac ibadetinin ruhunu yansıtan bölümü, Vakfe..

Vakfe “Durmak” demek.

Arafat Vakfesi, yani Arafat Duruşu, haccın en önemli rüknü.

Süresi içinde orada bulunup, “Dur”mayanlar, o sene Hacca yetişememiş sayılıyorlar.

O zaman diliminde, orada, “dur”acaksın!

 

Hz. Peygamber (S.A.V), “Hac Arafat’tır!” buyuruyor.

“Dur”mak.

İbadetin özü, ruhu…

Olmazsa olmazı.

Biz, hiç “dur”muyoruz.

“Dur”up düşünmüyoruz.

 

Arzularımız, beklentilerimiz, rekabet hırsımız, kıskançlıklarımız da“dur”muyor.

Bu “hengame” içinde koşturup dururken, kendimizden kopuyor, menfaat çarklarından birine kapılıp gidiyoruz.

Bir dostum, “Evlât, sırtı yerde pehlivan yenilmezmiş!” dediğinde, maksadını pek anlayamamıştım.

Gecenin bir vakti…

Bir köşeye çekilip, şöyle bir “dur”duğumda…

Maksada eriştim!

 

O gün bugündür, kalbimin ve aklımın birlikte“evet” dediğine “evet” demeyi, “hayır” dediğine ise “hayır” demeyi öğrendim.

Kalp rahatsa, akıl da onaylıyorsa, yanılma payı çok az oluyor Allah’ın izniyle.

Ben, “Evet desem mi acaba?” dedirten imtihanlarla karşılaştım.

Şükürler olsun, “hayır” diyebilmeyi Rabbim nasip etti.

“Dur”mayınca, göremiyorsun kardeşim.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve 24saathaber.tr sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
timbir - birlik haber ajansi